Haber bültenlerinde sürekli duyduğunuz o “sihirli” rakamı biliyorsunuz: %2. Dünyanın en büyük merkez bankaları, bu orana ulaşmayı adeta bir “yaşam ve ölüm” meselesi haline getirmiş durumda. Peki, küresel ekonomiyi yöneten bu kuralın arkasında Nobel ödüllü bir formül değil de, tamamen bir tesadüf yattığını söylesek?
Merkez bankaları için %2 enflasyon hedefi, sorgulanamaz bir kanun gibidir. Ancak bu “dokunulmaz” hedefin perde arkasına baktığımızda, sarsılmaz bilimsel kanıtlar yerine; şaşırtıcı tesadüfler, psikolojik oyunlar ve tartışmalı varsayımlar buluyoruz.
İşte cüzdanınızı doğrudan etkileyen bu “Kutsal %2” hakkında muhtemelen hiç duymadığınız 4 kritik gerçek.
1. Her Şey Bir TV Röportajında, “Lafın Gelişi” Başladı
Modern ekonominin en temel direğinin, akademik bir makaleden değil de, doğaçlama bir televizyon anından doğduğuna inanmak güç, değil mi? Ama gerçek bu.
Hikaye 1989 yılında, Yeni Zelanda’da başlıyor. Ülke yüksek enflasyonla boğuşurken, dönemin Maliye Bakanı Roger Douglas bir TV programına katılıyor. Yayında, ideal enflasyonun “sıfır ile %1 arasında” olması gerektiğini söyleyiveriyor.
Bu spontane açıklama, politika yapıcılar tarafından benimseniyor. Ancak “biraz esneklik payı olsun” denilerek üst sınır %2′ye çekiliyor. İşte hepsi bu! Bugün FED’den Avrupa Merkez Bankası’na kadar herkesin peşinden koştuğu bu rakam, derin bir ekonomik modellemenin değil; bir TV röportajının ve biraz “yuvarlama” hesabının ürünü.
2. Ekonomi Bilimi Değil, “Beklenti Yönetimi”
%2 hedefinin bu kadar tesadüfi başlayıp tüm dünyada işe yaramasının sırrı matematikte değil, insan psikolojisinde saklı.
Ekonomide buna “Çıpa Etkisi” deniyor. Merkez bankası güvenilirse ve “Hedefim %2” derse, piyasadaki herkes (şirketler, bankalar, sendikalar) planlarını buna göre yapar:
Kredi faizleri buna göre belirlenir.
Maaş zamları bu orana göre pazarlık edilir.
Etiketler bu beklentiyle değişir.
Sonuç? Herkes enflasyonun %2 olacağını varsayarak hareket ettiği için, enflasyon gerçekten de o seviyelerde gerçekleşir. Yani bu, mükemmel işleyen bir “Kendi Kendini Gerçekleştiren Kehanet”tir.
3. Enflasyon: Şirketler İçin “Gizli Bir Maaş Kesintisi” Aracı
Neden %0 değil de %2? Pozitif enflasyonun en tartışmalı (ve çalışanlar için en can sıkıcı) faydası, kriz dönemlerinde şirketlere sağladığı “acımasız” esnekliktir.
Ekonomi durgunluğa girdiğinde şirketlerin maliyet kısması gerekir. Ancak çalışanların maaşını düşürmek (örneğin 30.000 TL’den 25.000 TL’ye indirmek) büyük tepki çeker ve zordur. Bunun yerine şirketler “Görünmez Kesinti” yöntemini kullanır:
Enflasyon %2 artarken size zam yapmazlarsa, maaşınız kağıt üzerinde aynı kalır ama alım gücünüz (reel ücretiniz) düşer.
Bu yöntem, şirketlerin kitlesel işten çıkarmalar yapmak yerine, reel ücretleri eriterek maliyetlerini düşürmesine olanak tanır. Yani %2 enflasyon, sistemin şokları emmesini sağlayan, bedelini ise çalışanların ödediği bir yastık görevi görür.
4. Asıl Korku “Pahalılık” Değil, “Ucuzluk” (Deflasyon)
Bize hep enflasyonun kötü olduğu öğretildi. Peki, fiyatların düşmesi (Deflasyon) harika olmaz mıydı? Birikimi olanlar için evet, ama ekonomi çarkları için bu bir kabustur.
Ekonomistler deflasyonu “sinsi bir hastalık” olarak görür çünkü tüketimi durdurur. Mantık basittir: “Alacağım buzdolabı veya araba seneye daha ucuz olacaksa, neden şimdi alayım?”
Bu erteleme psikolojisi yayıldığında:
Harcamalar bıçak gibi kesilir.
Şirket kârları düşer ve iflaslar başlar.
İşsizlik artar.
Japonya’nın 1990′larda yaşadığı “Kayıp On Yıl” tam olarak buydu. Merkez bankaları işte bu yüzden “hafif” bir enflasyonu (yani %2′yi), ekonominin motorunu sıcak ve çalışır tutmak için gerekli görürler.
Alışkanlığın Esiri miyiz?
Tamamen tesadüfen ortaya çıkan bu rakam, bugün “atalet” (değişime direnç) sayesinde hayatta kalıyor. Merkez bankaları, hedefi değiştirirlerse piyasadaki inandırıcılıklarını (o sihirli çıpayı) kaybedeceklerinden korkuyorlar.
Güven üzerine kurulu bu sistemde, yanlış olduğunu bilseniz bile kuralı değiştirmek, kurala uymaktan daha tehlikeli hale gelmiş durumda.
Peki sizce de garip değil mi? Küresel ekonominin kaderi, 1989′daki bir TV röportajına bağlı kalmalı mı, yoksa bu hedef günümüz şartlarına göre güncellenmeli mi?
Yorumlarda görüşlerinizi paylaşın!